NATO.
Bilindiği gibi II. Dünya savaşının ihtilaflı meselelerini tanzim etmekte başrol oynayan Cemiyet-i Akvâm yâni bu günkü dille ifade olunan Birleşmiş Milletler Cemiyeti, emperyalist devletlerin tesirinde kalarak hakkaniyetten ve tarafsız yaklaşımdan inhiraf ederek bu emperyalist devletlerin arzusu istikametinde hadiseleri neticeye bağladığından mağdurların gözünden düşmüştü. Lozan antlaşmasından sonraya bırakılan Musul meselesindeki haksız kararı da bizim gözümüzden düşmesine sebep teşkil etmiştir. Kuruluş tarihi olan 10 Ocak 1920’den, yerini Birleşmiş Milletler (BM) kurulu olan ve merkezi Cenevre’de bulunan kuruma 18 Nisan 1946 tarihine kadar fonksiyonu kısıtlı olarak sürmüştür. 31 Temmuz 1947 tarihinde ise Cemiyet-i Akvâm hukuken de ortadan kalkmış, böylece de BM dönemi başlamıştır.
II. Dünya harbinin içindeyken 7 Aralık 1941’de Havai Adalarından Pearl Harbuer’de bulunan ABD üslerine ani bir Japon hava baskını olacağı söylenir. Olaydan bir hafta evvel bu baskının olacağı ABD başkanı kötürüm Rooswelt’e duyurulmuşsa da harbe girme bahanesi olacağı için tedbir almayıp, milletinin evlatlarının savunmasız kalmasına ve hayatlarını kaybetmesine önem vermemiştir. Tabii ki bu baskın da, bu baskına rıza göstermek de dünya siyonist teşkilâtının programlamasıydı. 11 Aralık 1941’de ABD de cereyan etmekte olan II. Cihan harbine katılmış oluyor ve İngilizler bundan dolayı pek seviniyordu. Nitekim İngiliz başvekil Churchil ve Rooswelt bir araya geldiler ve 14 Ağustos 1941’de Atlantik Demeci adı verilen bir beyanname yayınladılar. Aynı senenin 22 Aralığında Churchil gittiği ABD’de Rooswelt’le görüştükten sonra 1Ocak 1942 tarihli bir Birleşmiş Devletler Demeci verdiler. İşte bu demeç, savaş sonrasında Cemiyet-i Akvâma son verecek olan BM’in temelini teşkil eder. Bütün bunların bu savaşı çıkaran belli üst düzey görevlilerinin dünya siyonist plânlarına uygun harekât içinde olduklarını sevgili okurlarımıza da hatırlatmayı ihmal etmeyelim.
II. Dünya Harbinin sonunda Rusya’nın, Almanya’nın yerini alacak bir tutuma girebileceğini sezen ve bir antisemitist olan ABD’li general Patton, savaşı bitirmeden Rusya’nın da hesabının görülmesini teklif etti. Ancak anası yahudi olan komutan Eisenhoover’e ve Pearl Harbor faciasına göz yuman ABD başkanına söz geçiremediği tabiidir. Patton’un bu teklifi yapmasıyla, onun için hayatının geri sayımı başlamış oldu. Bir yahudi er’e yaptıklarına tahammül edemeyip attığı tokat, pürvelvele olay hâline getirildi ve geri hizmete alındı. Patton’un daha sonra şüpheli bir şekilde kamyon kazasında ölmesi esrarını hâla muhafaza etmektedir.
NATO’nun Kuruluşu
Prof. Dr. Fâhir Armaoğlu, T. İş Bankası Yayınlarınca neşredilmiş bulunan “20. Yüzyıl Siyasi Târihi” adlı eserinde Kuzey Atlantik Paktı veya kısaca NATO’nun kuruluşunu bakın nasıl anlatıyor: “Marshall Plânı ve Truman Doktrini, Sovyetlerin Ortadoğu ve Avrupa’da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine karşı Birleşik Amerika’nın almış olduğu ilk tedbirlerdir. Fakat 1948 Berlin buhranı Amerika’ya şunu gösterdi ki, dünyanın yeni bir barış düzenine kavuşturulması için artık Sovyetlerle bir iş birliği imkânı kalmamıştır” diyen Armaoğlu şöyle devam etmektedir: “Sovyetler bir barış düzeni kurulmasından ziyade mümkün olduğu kadar geniş alanları komünist konsolun altına sokmanın çabası içindedir. İşte bu netice, Amerika’yı, Sovyetlere karşı durdurma politikası takibine götürmüştür. Yani Amerika bundan dolayı Sovyet yayılmasını önlemek için gerekli tedbirleri alacaktır ki bu tedbirlerin en etkilisi 4 Nisan 1949’da kurulan NATO veya Kuzey Atlantik İttifakı olacaktır.” Böylece de; ABD’li general Patton’un daha savaş içindeyken ileri sürdüğü Rusya hakkındaki ihtisasları kabul görmüş oluyordu.
Patron Belirleniyor
Sovyetlerin Avrupa’da girişmiş oldukları yayılma çabaları ve bilhassa 1948 Şubat’ındaki Çekoslavak darbesi hemen o senenin Mart ayında; İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında Batı Avrupa Birliği denilen ittifak kurulmasını neticilendirmiş. Bunların içinde İngilizler hariç diğer devletlerin her biri Almanya’nın işgaline maruz kalmış devletlerdi. Bu devletler savaşın yorgunu ve bitkini olmakla beraber, İngiltere de onlar gibiydi. Bu ittifak kurulduğu ilk günden itibaren mutlak bir ABD yardımına muhtaç halde idi. ABD bu ittifakın lideri ve tabii patronu olmaktan kaçınmadı ve de bunun çaresini de yılların doktrini olan Monroe ilkelerini terk ediyor ve yerine Vandenberg Kararı denilen, bölgesel ve diğer ortak antlaşmalara katılma yetkisi veren kanun teklifi 11 Haziran 1948’de Amerikan Kongresinde kabul edildi. Böylece Monreo’nun 1823’den beri tatbik edilen inziva politikası yerine, dünya patronluğuna giden kapı açılıyordu.
Prof. Fahir Armaoğlu şöyle diyor: “Amerika, dış politikasında bu esaslı değişikliği yaptıktan sonra Batı Avrupa Birliğini daha müessir ve geniş bir ittifak sistemi haline getirmek için Kanada ve Batı Avrupa ülkeleri ile temasa geçti. Temaslar müzakerelere dönüştü 4 Nisan 1949’da 12 Batılı ülke arasında kısa adı NATO (North Atlantic Treaty Organization) denen Kuzey Atlantik Paktı kurulmuş oldu.” ABD de böylece bu kuruluşun patronu olarak üstüne düşeni yaptı.
Türkiye’nin NATO’ya Girişi
II. Cihan Harbi boyunca savaşan her iki blok da Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokma baskılarıyla karşı karşıya bıraktı. Stratejik durumu ve iktisadi alanlara olan hususiyeti ve de şark meselesinin esas muhatabı olması hasebiyle Türkiye savaşa çekilmek isteniyordu. Bu gayretleri akim bırakan Türkiye savaş dışı kalmayı başardı. Fransa ile yapılmış bulunan 19 Ekim 1939 tarihli Ankara ittifakının âmir hükmü gereği 1940 Mayıs’ında Almanya’nın Fransa’ya saldırması, bu saldırıya inzimamen İtalyanların da Fransa’ya savaş ilânı, Türkiye’nin Ankara İttifakının I. maddesi gereğince savaş ateşi Akdeniz’e düştüğünde Fransa ve İngilizler yanında yer almasını getirmiş oluyordu. Yurtta sulh, cihanda sulh anlayışı burada öne çıkıyordu. Türkiye 1925 yılında Türk-Sovyet dostluk ve saldırmazlık paktı imzalamış olmasına binaen meseleyi Rusya’ya açmak yoluna gitti.
Ruslar; Türkiye’nin İngiltere ve Fransa yanında savaşa girdiği taktirde Sovyetlerle de çatışmayı göze alması gerektiği tehdidini de hemen ortaya koydu. Ankara İttifakı antlaşması iyice tetkik edildiğinde II. maddenin bizim ittifak ortaklarının yanında olmamız mecburiyetini ortaya koymuyordu. Balkanlara inen Almanya, Ankara’ da büyükelçi olarak görev yapan asker kökenli Von Papen’i en azından karşısındakilere katılmama yönünde ikna ile vazifelendirmişti. Zaten Türkiye bu savaşın dışında kalmaya kesin kararlı olduğundan Von Papen de kolayca görevini yapmış oldu. 1943’de Tahran konferansında Rusya diktatörü Gürcü Yahudisi Josef Stalin, “Türkiye’yi gerekirse enselerinden yakalayarak savaşa sokmalıyız” dediği görüldü. 4-6 Aralık 1943’de Kahire’de Churchill, İnönü ile pek kararlı ve baskı sergileyen bir tarzda görüşme yaptı. İnönü bu baskıyı, “prensip olarak savaşa girerim” oyalamasıyla atlattı. Ancak istediği silah ve malzemeler İngilizlerin kendilerinde bile bulunmamaktaydı. Nitekim 1944’de Ankara’da Türkiye ve İngiliz heyetleri bir daha toplandı. Sonunda meydana gelen kopma İngiliz ve ABD ile ülkemizin münasebetlerinde gerginlik doğmasına sebep teşkil etti. Bu sefer de 1944 Mayıs ve Haziran ayları rotayı Rusya’ya yönlendirmemize sebep teşkil etti. Bu yaklaşımımız Ruslar için bir cazibe merkezi olmadı. Hâtta
Stalin gerek Yalta’da, gerekse Potsdam’da bize dönük mütecaviz beyanlarda bulundu. 7 Haziran 1945’de Ruslar; Kars ve Ardahan bölgelerinin kendilerine terkini, Boğazlarda ise üs talebi olan bir nota verdiler. Molotof; “bu notayı verirken bu toprakları size 1921’de terk ettiğimiz zaman Sovyetler Birliği zayıftı” sözüyle sanki “artık öyle değiliz, tehdidimizi icraya muktediriz” demiş oluyordu diplomasi lisanında. Rusların bu notası ve Molotof’un sözlerine cevap ABD başkanı Harry Truman’dan, şu sözlerle geldi: “Amerika’nın hudutları Kars ve Ardahan’dan başlar!” Bu ifade; Rusya’ya ikaz, Türkiye’ye davet olarak algılansa yanlış olmaz. Şunu da unutmamak gerekir ki; Truman da bir Yahudi olup, Dünya siyonist teşkilâtının plânlarını tatbik eden mekanizmadan başka bir şey değildi. Öte yandan 1947 Eylül’ü Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya, Fransa ve İtalya’nın Komünist parti başkanları bir araya gelip, ABD’nin artık Avrupa işlerine karışmaya ve Orta Doğuya sarkma niyetini tespit ettiklerini açıklayıp saydığımız ülkelerle bir kominform teşkiline gittiler. Takvimler bu sırada 5 Ekim 1947’yi gösteriyordu. Türkiye; Truman doktrini sonrasında, Marshall Plânı dâhilinde yardımlar aldı. Türkiye Komünizme karşı demokratik dünyayı seçtiğinden çok partili döneme de bu seçiş dolaysıyla kapı açtı. Hatta 1950 seçimleri sonrasında CHP yerini DP’ye bırakırken, milli şef de yerini liberal Celâl Bayar’a bırakıyor ve bu devir teslim esnasında Bayar: “Sayın İnönü neden NATO’ya girmediniz?” sorusunu tevcih ettiğinde İsmet Paşa: “Onlar aldı da biz mi girmedik Celâl Bey?” demek suretiyle iktidar ve muhalefet NATO’ya girişte ittifak içinde oluşlarının delilini aslında göstermiş oldular. Nitekim DP iktidara geldikten sonra NATO’ya girme bedeli olarak Kore Harbine bir tugay gönderildi. Bu tugay 4.500 kişilikti. Orada gösterilen kahramanlık NATO’ ya girme hususunda önemli rol oynadı. Öte yandan 18 Şubat 1952’de NATO’ya giren Türkiye bütün silahlı kuvvetlerini NATO emrine verdi mânasına gelecek bir antlaşma yapmak üzereyken, sonradan Reis-i cumhur olacak Fahri Sabit Korutürk, ilgililer aracılığıyla Başbakan Menderes’e Boğaz müstahkem mevki komutanlığının NATO emrine verilmediğini belirten bir şerh konmasını tavsiye etti.
KAYNAK ; https://zafercagdas.tr.gg/NATO-GER%C7E%26%23286%3B%26%23304%3B.htm